-->
Alternatif 27 Mart Bildirisinde Süreyya Karacabey; “Oyun bitip evlerinize dönerken, henüz sönmemiş ışıklarınıza ecnebi bir memleket gibi bakan çırak çocuklar geçer tiyatronun karşısından… Arka sokakta biri bıçaklanır, öteki umutsuzca sığınacak bir yer aramaktadır. Hiçbiri tiyatronuzun içinden geçmez, hiçbiri sizi oyununuzdan utandırmaz, dışarısı, içeriyi doldurmaz. Binalarınızın önünden otobüsler geçer, tabut evlere ölüler taşıyan otobüsler. Hiçbiri orada durmaz, camlara başlarını yaslamış kent hayaletleri sadece ışıklarınıza bakar ve anlar, oradaki hayatın kendisinin olmadığını; anlar, giremeyeceği kapılardan bir kapıdır tiyatronuzun kapıları. Söyleyin şimdi, böyle tiyatro olsa ne olur, olmasa ne? Kendini sokağa kapatmış bir tiyatro ölüdür, içinde çok üşümüş birinin ısınmadığı tiyatro sadece mezarlıktır. Gidin ve her gece gömün ölülerinizi...” diyor. Çok sarsıcı ve gerçek sözler bunlar. Sahne Dışı, bu cümleler kağıda dökülmeden çok önce sokağa çıkmıştı. Sizi harekete geçiren ne oldu?
Benzer şeyler oldu aslında. Hemen hepimiz bir biçimde tiyatro yapıyorduk. Ama özellikle tiyatronun seyirciyle kurduğu ilişkide bir şeyler bizi rahatsız ediyordu. Politik tiyatro yapanlar, politik bağlantılarla, zaten politik olan insanlara oyun oynuyordu; politik olmadığını iddia eden tiyatrolarsa ya orta sınıfa estetik düzeyi abartılmış oyunlar oynuyordu ya da insanların yaşadığı sıkıntıları, onlara hiçbir ufuk açmadan, boşaltacak oyunlar. Bunların dışında bir şeyler yapmak istiyorduk. Ancak bunu sahnede yapmanın neredeyse mümkün olmadığını gördük. Çünkü asıl mesele, senin oyunda ne yaptığından çok, onu kimin izlediği idi. Mesele sadece seyirci, mekân da değil. Bürger’in tarif ettiği anlamda bir “sanat kurumu”nun varlığı. Metinlerden uygulamaya kadar. Yeni bir şey denememiz gerektiğini düşündük. Aslında bunu tecrübe ettik. Tuzla Grevi için oyun hazırladık, tersanelerde oynadık. Orada, sokakta ve doğrudan meselenin muhataplarıyla yan yana olduğumuzda oyunun, oyunculuğun bambaşka bir şeye dönüştüğünü hissettik. Gerçekten sarsıcı bir tecrübeydi. Onlarca işçinin öldüğü tersanelerin önünde grev diye bağırmak! Söz muhatabını bulmuştu, gönül birliği sağlanmıştı. Başka insanlara tersanelerdeki işçinin sıkıntısını anlatmak ve duygudaşlık talep etmek değil, doğrudan meselenin muhataplarına “işte buradayım ve önerim bu” demek bambaşka bir şeydi. Hatta oyun sonrası işçilerle sohbet ederken bize “Doğrusu ya, biz pek bir şey beklemiyorduk oyununuzdan ama bizi şaşırttınız” dediler. Çünkü o “kurum”un dışına çıkmıştık. Doğrudan onun sıkıntısından söz ediyor ve bunu orada yapıyorduk. Seyirciyle aynı zemini paylaşıyorduk. Hem gerçek anlamda hem metaforik anlamda. Oradan döndüğümüzde içimizden bazıları artık sahnenin onu kesmeyeceğini biliyordu. Kimimiz bu şiddetli hissin peşine düştük, kimimiz düşmedik. Düşenler şimdi başka arkadaşlarla birlikte Sahne Dışı’ndalar. Denememiz gerektiğini hissettiğimiz yeni sadece oyunların biçimiyle ya da mekânın seçimiyle ilgili değil elbette. Grubun yapısından, üretim yapma yöntemine, metinlerin kurulumuna kadar birçok konuyu kapsıyor. Üretim biçimini değiştirmeden ürünü değiştiremeyeceğimizi düşündük çok basit olarak. Kolektif üretim yapıyoruz. Elbette herkesin daha iyi yaptığı işler var ancak herhangi bir işbölümü yok. Metinlerin yazımından oyunculuğa ve nerede oynanacağına karar vermeye kadar her konuda birlikte çalışıyoruz. Bu yüzden de toplantılarımız çok uzun ve gürültülü geçiyor…
Aslında akıl yürütmemiz oldukça basit: Eğer eski seni kesmiyorsa, boğuyor, bunaltıyorsa yeni olan kıpırdanıyor demektir. Başka bir biçime ihtiyaç belirmiş demektir. Gözümüzü kapatıp Brecht’in “En kötü yeni, en iyi eskiden iyidir.” sözünden aldığımız derin nefesle atladık denemenin serin denizine. Deniyoruz, her oyunla öğreniyoruz. Ama asıl bağın nereyle kurulması gerektiğini unutmadan. Bizim muhatabımız artık yeni bir şey doğurmaya gücü kalmamış orta sınıf değil, yeniyi bağrında taşıyan işçi sınıfıdır. Onu yeniye doğru yönlendirecek, kendi talepleri için ayağa kalkışını sağlayacak şey elbette sadece tiyatro değildir. Sanat olsa olsa bağlantıları gösterir. Bizim amacımız da bu. Kişisel olduğu sanılan sıkıntıların nasıl sisteme bağlı olduğunu ve nasıl geniş bir kesimce paylaşılmakta olduğunu göstermek… Ve bunu davet ederek değil, doğrudan yanına giderek dillendirmek.
Sahne Dışı Sokak Tiyatrosu oluşmadan önce neler yapıyordunuz? Tiyatro yapıyor muydunuz?
Evet. Hemen hemen hepimiz oyunculuk, yönetmenlik, yazarlık yapıyorduk. İçimizde okullu olanlar da var alaylı olanlar da.
Tuzla’da yaşadığımız tecrübeden sonra varolan tiyatro yapma biçimiyle ilgili sıkıntılarımızı daha sağlıklı değerlendirebilecek duruma geldik. Ve “yapsak mı yapmasak mı, nasıl olur ki…” diye mızırdanıp dururken Praktiker’den işçiler buldu bizi. İlk kez bir yapı markete sendika giriyordu ve işveren son derece kıyıcıydı bu konuda. Bizim için bir oyun yapar mısınız, dediler. 118’den tiyatroların numaralarını bulup tek tek aramışlar, kaç lira versek oynarsınız diye. Sonra bizi duymuşlar. Oynadık. Ve “Böyle Düzene Sokak Tiyatrosu” olarak sokağı seçtiğimizi duyurduk. Sonra 1 Mayıs 2009’dan itibaren Sahne Dışı olduk.
Belki de en önemlisi bizzat halkın tepkisi. Sokak tiyatrosunu nasıl karşılıyor insanlar? Sadece büyük kent meydanlarında değil, tiyatroyla hiç tanışmamış insanların yaşadığı ırak semtlerde de oynadınız. Sizleri bir grup çatlak olarak görenler de vardır muhakkak. Ama genel anlamda nasıl geri dönüşler alıyorsunuz? Sokak, Sahne Dışıyla ilgili ne düşünüyor?
Vardır muhakkak. Ama aldığımız geri dönüşler çok iyi genelde. Bizi “tiyatrocu” olarak görmekle “bizim çocuklar” olarak görmek arasında kalıyorlar aslında. Asla oyun oynayıp ayrılmıyoruz yanlarından. Öncesinde ya da sonrasında sohbetimiz, paylaşımımız oluyor. Oyundan sonra eleştirilerini de alıyoruz. Bunu özellikle mahallelere gittiğimizde daha rahat yapıyoruz tabii. Sokakta, caddede daha zor oluyor. Bu yıl ilk kez sokakta söyleşiyi denedik. Dünya Tiyatrolar Günü için hazırladığımız oyunun sonunda bir söyleşi yaptık genel olarak tiyatro hakkında. Ve gördük ki, sokakla ilgili birçok endişemiz yersiz. İnsanlar dururlar mı, konuşurlar mı diye endişeleniyorduk. Durdular ve konuştular. Bu işin en heyecan verici tarafı da bu sanırım. Denemeden hiçbir şeyi bilemiyorsunuz. Ve her denemenizde önünüze onlarca yol açılıyor. Yani odamızda oturup biçimde nasıl bir yenilik yaratacağımızı düşünmüyoruz; deniyoruz ve her seferinde onlarca veriyle dönüyoruz geriye. Mesele yeni ne yapacağımızdan çok yenilerden hangi yeniyi seçeceğimize kalıyor sonra. Şimdi ne yapacağız diye düşünmedik hiç; şimdi hangisini yapacağız, önce hangisini yapalım diye düşündük. Yani burada öyle taze bir solukla doluyoruz ki bazen heyecandan başımız dönüyor. Seçtiğimiz yol nedeniyle öyle çok şeyle bağlantı içindeyiz ki. Ülke gündemini çok iyi takip etmemiz gerekiyor, sendikalarla, gruplarla bağlantımız var, bir yandan onların gündemlerini de takip ediyoruz. Ve gittiğimiz, oyun götürdüğümüz her yerde söz sahibi olmaya çalışıyoruz, kenar süsü değil. İnsanlar genelde “ilgi çeker” diye davet ediyor bizi. Bizse mutlaka dâhil olduğumuz meseleyle ilgili bir sözle gidiyoruz. O yüzden şaşırtıyoruz zaten. Bunu sağlayabilmek için siyasi okumalar da yapmanız gerekiyor. Yapıyoruz.
Bir grup çatlak olarak algılanmamak için çaba gösteriyoruz. Çünkü amacımız gittiğimiz yerde oyunculuğumuzun, cesaretimizin ya da başka bir şeyin hayranlık uyandırması değil; “ben buradayım, gelmek için burayı seçtim, derdinden haberdarım ve bu derdi şu bağlantılar içinde değerlendiriyorum” demek. Metinlerimizi yazıyor olmanın avantajı çok büyük bizim için. Gittiğimiz yere yabancı kalacak bir metin kurmamaya dikkat ediyoruz. Biçimde de çok ara bir yerde duruyoruz. Bir kere “sokakta tiyatro” yapmamaya çalışıyoruz. Yani sokakta sergilediğimiz oyunla sahnede sergilenen bir oyun arasındaki tek fark duvarlar olmamalı. Dilde de, biçimde de oraya yakın durmalı ve sahnedekinden farklı olmalı. Oyunları böyle kurmaya çalışıyoruz. Elbette bu, kendimizi sadece gittiğimiz yerin beklentileriyle sınırladığımız anlamına gelmiyor. Bir oyun hazırlayacağımız zaman kendimize sorduğumuz birkaç temel soru var: Buradaki sıkıntı nedir, biz bu sıkıntıya hangi bağlantılar içinden yaklaşacağız, bu oyunun seyircisine biçim olarak cazip gelecek şey nedir? Tabii şöyle bir “gizli” niyet de var: o seyirciyi bizim bir sonraki oyunumuza hazırlayacak biçim nedir? Yani beğeni düzeyini olduğu yerde tutmak, televizyonun biçimlediği izleme alışkanlıkları üzerinden beslenmek değil niyetimiz. Zaten sokak da düşünüldüğü kadar kötü durumda değil. Soyutlama düzeyi en yüksek oyunumuz Meta-le-vizyon’du mesela ve tüm endişelerimize rağmen hedefi on ikiden vurdu. İzleyen biri yanımıza gelip “Durum bu kadar feci mi gerçekten?” dedi mesela. Oğlunun da televizyonun başından ayrılmadığını söyledi ve ne yapması gerektiği konusunda fikir sordu. Söyleşi fikri ilk orada doğdu bizde de zaten. 27 Mart oyunumuzdan sonraki söyleşide bir izleyici şöyle dedi: “Şu sokaktan hepimiz geçip gidiyorduk. Sen bu düşündüklerini bana söyleyebilir miydin? Ama şimdi söylüyorsun, ne düşündüğünü biliyorum. İşte tiyatronun gücü bu. Kimsenin selamlaşmadığı bir sokağı bir tartışma yerine dönüştürdü.” Özet budur sanırım. Tiyatronun elinde bunu yapma imkânı varsa bu imkânı görmezden gelemez. Ve salonuna kapanıp “seyirci yok” diye ağlayıp duramaz. Elbette tek çözüm sokağa çıkmak değildir. Ama biz bu yandan kafa yormayı seçtik. Başka yerlerden kafa yoracak insanlara da minnet duyarız. Çünkü kimse sadece kendi adına aramaz, her bir arayış bütün içindir. Biz bir yerinden tuttuk, daha tutulacak kırk yer var.
Bugüne kadar sokakta kaç oyun oynadınız? “Sahne dışındakiler”e dair hangi konuları ele aldınız en çok? Politik meselelerden başka, günlük meselelere de değiniyor musunuz? Örneğin pahalılık, yoksulluk gibi…
Pahalılık, yoksulluk da politik meselelerdir. Elbette değiniyoruz. Günlük yaşamdan kopuk, bağımsız bir politik dil geliştirmemeye çalışıyoruz. Tam tersine, politik olanın nasıl da günlük olduğunu göstermeye çalışıyoruz. Mesela oyunlarımızda işten atılan işçi de oluyor, pazar parasını ihtiyaca denkleştiremeyen ev kadını da, üniversite öğrencisi de oluyor, üniversiteye hazırlanan öğrenci de, beyaz yakalı da mavi yakalı da… Bu kesimlerin sorunlarının ortak ve politik bir sorun olduğunu göstermeye çalışıyoruz. Bu sorunlar arasındaki bağlantıyı gösterdiğinizde meselenin politikliği gün gibi ortaya çıkıveriyor zaten.
Şimdiye kadar Kentsel Dönüşüm adıyla yaşadığı yeri parası olanlara bırakmaya zorlanan insanlar, sendikalaşmaya çalıştığı için işten atılan işçiler, TMK mağduru çocuklar, hasta tutsaklar, Tuzla’da ölen işçiler, YÖK, 12 Eylül, yerel seçimler, televizyon bağlamında kültürel manipülasyon, ulaşım zamları gibi konularda oyunlar hazırladık. Ayrıca daha spesifik meselelere dahil olduğumuz da oldu. Ankara Üniversitesi’nde greve giden yemekhane işçileri için oynadık, üniversitede soruşturmaya uğrayan arkadaşlarımız ve kapatılan öğrenci grupları için de.
Oyun sürelerini nasıl ayarlıyorsunuz? Sokakta ilgiyi dağıtmadan oyun oynamak zor olsa gerek?
Oyunun oynanacağı yere ve içeriğine göre değişiyor. Sokakta, bağımsız bir oyun oynayacaksak 10–15 dakika uygun oluyor. Bir etkinliğin dâhilinde, zaten toplanmış bir gruba oyun oynuyorsak, çevre şartlarına göre, süre uzayabiliyor. Ancak bugüne kadar 20 dakikayı geçen oyunumuz olmadı. İlginin dağılmasına gelince… Sokak, sahnede kullanılandan başka bir oyunculuk istiyor. Daha büyük hareketler, daha güçlü bir ses. Bunlar varsa ilgi çekmek sorun olmuyor. Bir biçimde sokağın rutinini kırıyorsunuz oynamaya başladığınızda ve bu mutlaka ilgi çekiyor. Örneğin Meta-le-vizyon oyununda 10 dakika boyunca aynı hareketleri yapıyorduk ve insanlar 10 dakika boyunca izlediler. Hatta peşimizden sonraki sokağa gelip orada tekrar izleyenler oldu.
Sokakta insanlar, bir tiyatro salonundaki gibi, “izleme” mesafesine ve sessizliğine çekilmemiş oluyor. İlgi çekmekte zorlanmak bir yana, oyuna müdahale eden seyirciyle ne yapacağımızı bulmaya çalışıyoruz. Mesela Genel Grev oyunundan sonra bir kadın gelip kızdı bize “Ben işsizim. İşten atıldım. Herkesi anlattınız, bizi niye anlatmadınız?” diye. Ya da oyuna laf atılıyor. Hüseyingazi Mahallesi’nde oynadığımız bir oyunda, bir düğün evinin önünde oynuyorduk, mahalleli bir kadın Başbakan’ı oynayan arkadaşımızla çata çat kavga etti.
Oyunculuk kadar metinde de farklı bir yaklaşım gerekiyor. Hariçten gazel okuyan konumunda kalırsanız ne gösterseniz izletemiyorsunuz. O yüzden metinlerimizi kendimiz hazırlıyoruz. Önceliğimiz oyunun oynanacağı yere göre değişiyor. Bazen önce seçtiğimiz şey meselenin kendisi oluyor. 12 Eylül ya da YÖK oyunu gibi. Bazen de oynayacağımız yerin sorunlarını öncelikli alıyoruz. Mesela Hüseyingazi Mahallesi için oyun hazırlarken önce mahalleye gittik, orada yaşayan insanlarla tanışıp oranın meselesinin ne olduğunu öğrendik. İşsizlik en büyük sorunmuş. Kadınlar evlere temizliğe gidiyorlarmış yoğun olarak. Belediye kentsel dönüşüm kapsamında sözleşmeler imzalamaya başlamış ama her seferinde arsalarını küçültüyormuş gecekondu sahiplerinin. Bunları işleyen bir oyun hazırladık. Ya da Mamak’a gittiğimizde, oradaki en büyük sorunun kentsel dönüşüm projeleriyle evinden çıkarılmaya çalışılan insanlar olduğunu bildiğimiz için, bununla mücadelenin kaçınılmazlığını gösteren bir oyun hazırladık. Doğrudan onların sorunlarıyla ilgili oyunlar hazırladığınızda ilgi çekmekle ilgili bir sorun kalmıyor ortada. Ama elbette gidip onları onlara anlatmakla da yetinmiyoruz. Bu anlamsız olurdu. Sanatın yapabileceği şeyi yapmaya çalışıyoruz. Yani onların meselelerini daha büyük bağlantılar içinden göstermek. Çok büyük laflar etmek değil. Bağlantılardan söz etmek…
Oyunlarınızda mizaha ver var mı? Çünkü mizahın bireyin özgürleşmesinde büyük önemi var. Sokakta da mizah var üstelik her yerde. Böyle bir ortamda çok ciddi ciddi oyunlara sıcak bakılmaz gibime geliyor.
Mizaha istediğimiz kadar ağırlık veremedik aslında. Kesinlikle doğru söyledikleriniz. Ama ciddi konularla ilgili de bir sorunumuz yok. Şimdiye kadar izlenme sorunu yaşadığımız bir oyunumuz olmadı. Ama en ciddi oyunumuzda bile sokakta oynuyor olmak başlı başına gülümseten bile etki yaratıyor tabii. Özellikle Meta-le-vizyon’da, biz konuşmadığımız için, seyirci bize bakıp birbiriyle konuşarak epey eğlendi. Ama oyunun sonunda “Ya bir dakika, biz bunlara güldük ama aynını biz de yapmıyor muyuz?” dediler.
Sahne Dışı olarak Tekel İşçilerinin direnişine de katıldınız. Çadırlara gidip masallar okudunuz, hikayeler anlattınız, türküler söylediniz. Direniş çadırlarının sesi nasıl bir deneyimdi?
Her seferinde yeni bir şey denediğimiz için her oyunumuz eşsiz bir tecrübe oluyor bizim için. Ama doğruyu söylemek gerekirse Tekel başkaydı. Birçok konuda olduğu gibi bizim için de çok ufuk açıcı, sarsıcı ve umut verici bir deneyimdi. Önce alanda “Genel Grev” oyununu oynadık sonra da çadırlara konuk olup sohbet ettik, türküler söyledik, masallar anlattık. Ve tam anlamıyla bir “masal” yaşadık. Sloganlarla bölünen masallar! Masalı bırakıp slogan attık, sloganı bırakıp masala geçtik. Biz masal anlatmadık, tüm çadır hep birlikte masal anlattı resmen.
Tekel sürecinin başından sonuna kadar içindeydik. Çok şey öğrendik. Sadece tiyatro anlamında değil, çok anlamda bir eğitim kampı gibiydi bizim için. Öğrendiklerimizi tiyatro alanında değerlendirmeye çalışıyoruz. Çok pratik bir örnek mesela; ilk kez Tekel’de çadırların yanında, onlar için hazırlayacağımız ikinci bir oyunun metnini yazmak için toplanmıştık, toplantımıza işçiler de katıldı. Metin için önerilerini söylediler, tartıştık. Sonra orada çok önemli bir şey daha öğrendik: sokak gürül gürül yaşayan bir yer. Gündem, hava iki gün birbirini tutmuyor neredeyse. Mesela masalları ilk anlattığımızda süreç başlardaydı henüz. Sloganlarla anlattık, göğsümüz çatlayacaktı coşkudan. Sürecin ortalarına doğru bir kez daha anlatalım gidemediğimiz çadırlara dedik; anlattık. Bu kez dinleyenler de ağlıyordu, biz de. Çok başka bir duygu birliği kuruldu. Daha iyi ya da daha kötü değil; başka. O çadırdan çıkışta, vermek istediğimiz duygunun bu olmadığını konuştuk ve o gün başka çadırda anlatmadık masalları. Sadece türküler söyledik. Sokakta öğrendiğimiz bir şey de bu: ne kadar tecrübe sahibi olup önceden kestirmeye çalışsanız da sokağa çıkmadan ne olacağını bilemiyorsunuz. Bu çok heyecan verici bir yandan da. Kararların bazılarını o an, orada vermeniz gerekiyor. Yani başından sonuna kadar algınızı, zihninizi tam anlamıyla açık tutmanız ve hızlı düşünmeniz gerekiyor. Bunu özellikle Tekel sürecinde çok yoğun yaşadık. Sokakla birçok şey öğrendik Tekel’de.
İşçi direnişlerinin arttığı zamanlarda genel grev çağrısı yapan bir oyun hazırlayıp yine sokakta oynadınız. “Genel grev genel direniş” çağrısı yaptınız. “Sade vatandaş”tan genel grev konulu bir oyuna nasıl tepkiler aldınız?
Doğrusu biz de tepkinin ne olacağını çok merak ediyorduk. Ama inanır mısınız, “bravo” sesleri eşliğinde alkış aldık bu oyunla. Özelikle bu oyunda amacımız acı değil coşku vermek, yükselen işçi hareketine dikkat çekmekti. Tek tek yükselen refleksif tepkiler birleştiğinde ve işçi sınıfı, elindeki üretimden gelen gücü kullandığında, kurtuluşuyla ilgili tüm görünmez duvarların yıkılabileceğini göstermek, umudun adresini vermek istedik. Ve bu, seyircide karşılığını buldu.
“Diren-İşte Sanat” da Tekel İşçisi için doğdu. Büyük bir karnaval havası estirerek Ankara’da dolandınız. Tekel direnişi bitti. Daha doğrusu çadırlar kalktı. Peki Diren – İşte Sanat şimden sonra ne yapacak?
Diren-İşte Sanat’ı süreç dayattı neredeyse. Bir ihtiyaca karşılık doğdu yani. Ortak tavır göstermek istiyorduk ve bir araya geldik. Ankara’da sanat yapan, politik hassasiyeti de olan insanları bir araya gelmeye zorladı süreç. Kolektif bir oluşumdu. İçinde tiyatrocular, fotoğrafçılar, heykeltıraşlar, ressamlar, sinemacılar, müzisyenler vardı. Toplantılar yaparak neler yapabileceğimizi tartıştık ve yılbaşı günü bu yürüyüşü yapmaya karar verdik. Pankartları, dövizleri hazırladık. Dediğiniz gibi, bir karnaval havasında direnişi kutlamaya gittik. Daha sonra niyetimiz orada bir şenlik yapmak, bütün gün oyunlar oynamak, şarkılar söylemek, birlikte sanatsal üretim yapmaktı. Ama süreç farklılaştı o günden sonra. Açlık grevleri başladı, mitingler oldu. Yani yapamadık. Uygun olmadı. Bundan sonra da bu tür direnişlerde bulunmak niyetinde Diren-İşte Sanat.
Aslında hafızası iyi olanlar hatırlayacaklardır; meclis önünde TMK mağduru çocuklar için oyun oynamak isteyince ana haber bültenlerine konu olmuştunuz. Polis, oynamak istediğiniz “masal”ı oynamanıza izin vermemişti. “Burası Meclis, sahne değil!” diyerek bir de çıkışmıştı. Bir tarafta açılımlar, saçılımlar; bir yanda tahammül bile edilemeyen oyunlar… Çelişkiler ülkesiyiz galiba biraz?
“Basın açıklaması yapın, ama oyun oynayamazsınız.” ilginç bir yaklaşım tabii. Ya da köpük tabancası için “Bu aletleri toplayın, böyle yürüyemezsiniz.” demek. Çelişkiler… Sordurmak istediğimiz soru buydu işte. Açılan ne, saçılan ne? Orada oyunu biz kurmadık. Olacakları biliyorduk ve bunu göstermek istedik zaten.
Mecliste oynayamadınız, ama oyun oynandı, halkla buluştu öyle değil mi?
Evet. Hemen o gün Meclis’in önünden Yüksel Caddesi’ne kadar yürüyüp orada oynadık. Daha sonra başka yerlerde de oynadık aynı oyunu. Ve daha çok oynayacağız gibi görünüyor.
Neydi bu oynanması bu kadar sakıncalı olan oyunun konusu?
TMK mağduru çocuklar için özgürlük istiyordu. Bir masalcı her yeri dolaşmış ve masalını diyecek çocuk bulamamıştı. Çocukları arıyordu. Birisi ona, çocukları koca bir binaya götürdüler, demiş. O da nerede koca bir bina görse soruyor, çocuklar burada mı, diye. E Meclis de yeterince büyük bir bina. Oraya da gelmişti sormaya. “Çocuklar burada mı?”
Kayıp Harfler Masalı’nı Diyarbakır’da, Batman’da, Şırnak’ta da, yani taş atan çocuklara oynamayı düşünüyor musunuz?
Diyarbakır’da oynadık. Yaz için bazı planlarımız var. Mümkün olursa sadece bölge illerinde değil, birçok ilde oynamak niyetindeyiz. Çünkü oyunun sonunda diyoruz ki, biz çocukları bulamadık, masalımızı size dedik. Siz de gidip onlara deyin.
Meclis önünde yaşadığınıza benzer bir deneyim yaşadınız mı? Yani polis tarafından engellendiğiniz başka yerler de oldu mu? Sokak tiyatrosu yaparken çok kereler polisle karşılaşmış olmalısınız.
Elbette yaşadık. Ama şimdilik tam olarak ne yapacaklarını bilemiyorlar. Sokak oyunu çok ara bir yerde duruyor. Eylem desen değil, oyun desen değil. Şimdilik “Tiyatrocularmış amirim…” noktasındalar. Ama zamanla ne olur bilemiyoruz tabii.
ODTÜ tiyatro festivalindeydiniz. Hem oyun oynadınız, hem de söyleşiye katıldınız. Nasıldı?
Çok iyiydi. Özellikle söyleşi bölümünde oradaki insanların da, bizim de zihnimizi çok açan fikirler çıktı ortaya. İnsanlar daha çok ne yaptığımızı, amacımızın ne olduğunu ve onaylayıp reddettiklerimiz anlamında kendimizi nereye koyduğumuzu anlamaya çalıştılar başlangıçta. Ama sonra tartışma ister istemez varolan tiyatro yapma biçimine ve bununla hesaplaşmaya dönüştü. Şunu gördük ki, tam olarak kendimizi konumlandırmak istediğimiz yerdeyiz. Niyetimiz Sahne Dışı üzeriden, onun işleri üzerinden değil, yeni bir önerinin biçiminin ne olacağı üzerinden tartışmak. Sahne Dışı kendini konumlandırdığı yer itibariyle kaçınılmaz olarak bunu tartıştırtıyor. Sahne Dışı’na baktığında tiyatrocular kendi konumlarını sorgulamak durumunda kalıyorlar. İlle kendilerini olumsuzlamak anlamında demiyoruz elbette, olumlamak için bile olsa kendi konumuna, tiyatro yapma biçimine bir kez daha bakmak ihtiyacı hissediyor. Bu bizim için yeterli. Çünkü eski olan gücünü en çok sorgulanmıyor oluşundan alıyor. Onlara yön gösteriyoruz anlamında demiyoruz bunu. Herkes bizim gibi tiyatro yapsın gibi bir şey de demiyoruz. Ortaya samimi bir soru atıldığında ona cevap arama açık yürekliliğini gösteren insanlar biçim verecektir yeniye. Bizim samimi sorularımız şunlardır, elbette en başta kendimize sorduğumuz: Tiyatroyla, hatta sanatla, yaşam arasındaki ilişkide bir sıkıntı var gibi görünüyor? Nedir bu sıkıntı? Sebepleri nelerdir? Nasıl aşılabilir? Bunun ne kadarı üretenden, ne kadarı alımlayıcıdan ve ne kadarı üretim biçimi ve araçlarından kaynaklanıyor? Varolan durumda yeniyi biçimleyecek güce sahip öncüller nelerdir? Nerelerde beliriyor? Ve bunların peşine düşecek cesarete sahip miyiz? Haydi o zaman!
Sahne Dışının geleceğe dair planları neler? Sizin gibi bir topluluk için bu ülkede yapılacak çok şey var ne yazık ki… Ele alınması gereken onlarca mesele, dikkat çekilmesi gereken yaralar, adaletsizlikler ve niceleri…
Çok iş var evet… Ama tek başımıza bunların tümüne yetişmemiz mümkün değil. Oyunlarımızı izleyen insanlar, benzer sorunları yaşayan başka yerlerde de görmek istiyorlar bu oyunları. Davetler alıyoruz sürekli. Ancak dediğimiz gibi, niyetimiz başka bir tiyatro yapma biçimini tek başına tekrar etmeye başlayan, dolayısıyla onu da kendisiyle birlikte kurumsallaştıran bir grup olmak değil. Gidip bizim oynamamızdansa oradan insanların oyunlarımızı oynaması çok daha cazip geliyor bize. İnternet sitemizi düzenlemeye çalışıyoruz. Metinleri ve oyun kayıtlarını oraya yükleyeceğiz. Böylece isteyenler oyunları istedikleri yerde oynayabilecekler. Elbette icabet edeceğimiz davetler de olur. Ama şimdilik niyetimiz bu yönde. Ayrıca bizim asıl önemsediğimiz şey, ortaya bir öneri atmak. Sanat kurumu’na dâhil olmadan yani parasız, destekçisiz hatta bilgiyi iktidar aracı olarak kullanan bir yaklaşımla “pişmeyi” beklemeden de sanat yapabilirsiniz. Bakın, biz yapıyoruz, deniyoruz, siz de deneyin. Bizce mesele bizim nerede oyun oynadığımızdan çok, bu öneriyi mümkün olduğu kadar çok insana ulaştırmak. Büyük kostümler, dekorlar, seyirci sağlayacak kanallar olmadan da tiyatro yapılabilir. Bunu yapmanın tek yolu sokak değil kuşkusuz. Ama biz sokaktayken kendimiz çok “yerini bulmuş” hissediyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder