4 Haziran 2011 Cumartesi

Kırmızı Masal/ 17 Aralık 2010- İstanbul, Bakırköy Adliyesi/ 19 ocak 2011- Ankara, Yüksel Caddesi



KIRMIZI MASAL
Benim insan gözlerim bir mülk gördü. Korkunç bir masalın hüküm sürdüğü bir mülk. O masal mülkündeydi ki, tüp gazlar bomba olur, yüzyıllardır konuşulan bir dil bilinmez olur, elleri tozlu çocuklar çocuk olmaz da, takın elbiseli adamlar çocuk olur.
Benim insan gözlerim bir mülk gördü. Diyeyim size o mülkte neler gördü…


Hrant
Bir adam gördüm, adı Hrant değildi. O, kardeşlik dedikçe bir silah bilendi başka bir yerde. Silahı bileyen, kahraman olacaktı bu mülkün zulmüne. Zulmün kolları dilediğine nasıl şefkatli olur, gördü orada yaşayanlar. Bazı bedenler gittikçe zayıflayıp küçülürken cezaevlerinde, bu adam semirdi semirebildiğince. Ama ters işledi adaletin terazisi. O semirdikçe, küçüldü yaşı mülkün gözünde. Ve bir sabah açıkladı efendiler, bu adam çocuktur, diye. Bu mülkte her adam “adam” değildir, biline…

Öğrenciler
Bir genç gördüm, üniversiteli değildi. Duvarına poster asmak, yasal kitaplar bulundurmak, sevdiklerini mezarı başında anmak bu öğrenci için suç bilindi. Suçlama: Kırmızı bez almak. Şüphe: pankart hazırlamak… Kimi apaçık vuruldu yol ortasında. Adı Şerzan değildi. Şerzan öldü ama adalet yine ikna olamadı katilin katil olduğuna. Bu mülkte her katil “katil” değildir, biline…

Çocuklar
Bir çocuk gördüm, Kürt değildi. Elleri tozlu, küçük gözlerinin kısa ömrüne binlerce ceset sığdırmış. Değil koşup oynarken, uyurken bile terler. Ya nasıl terlemesin? Onun uyanıkken gördüğü zulmü biz, büyükken, düşte görmeye dayanamazdık. Bin delile ikna olmayan adalet onların ellerindeki toza, sırtındaki tere ikna olur da alırdı “şefkatli” kollarına; cezaevi hücresiyle duruşma salonları arasında büyüsünler diye. Bu mülkte her çocuk “çocuk” değildir, biline…

Dil
Bir dil duydum, Kürtçe değildi. Bin yıldır gırtlakta ezilen bir dil duydum. Konuşanın haline tercümanken; masalı, türküsü, ağıdı varken yok sayılan. Çocuk anasıyla konuşur, okulda arkadaşıyla konuşamaz, yasak; televizyonda konuşulur, mahkemede konuşulamaz, yasak! Ben anlamıyorum, demek ki bu “bilinmeyen bir dil”, yasak! Ağıdı olabilir, masalı, türküsü olabilir; yine de bu dil “dil” değildir. Bu mülkte her dil, “dil” değildir, biline…


Güler Zere
Bir kadın gördüm, adı Güler değildi. Eldeki toza ikna olup çocuktan örgüt üyesi yapan adalet, ikna olmadı onun hasta olduğuna. Siyah saçlarının uzunluğunca uzattı hükmünü. Çoğaldı kadının ağzı, öyle çoğaldı ki yüzüne sığmaz oldu. Bundandır ki gülüşü büyülüydü. O gülüşü gören kara saçlarının sesini de duyardı. Sesi çoğaldı dışarıda. Bin ağız ses oldu kadına. Ama yine ikna olmadı mülkün sahipleri. Bir insan, bir insanın ölmesine yasa hükmüyle karar verebilirmiş gibi. Öleceğine ikna olunca, bıraktılar dışarı. Affettiler! Neyi? Bu mülkte her hasta, “hasta” değildir, biline…

Hayata Dönüş
Bu mülkte kara binalar vardı. Adları Ulucanlar, Ümraniye, Bayrampaşa değildi. Bin nefes kapatılmıştı içine. Hasta olmayanlar, Kürt olmayanlar, öğrenci olmayanlar… Kırmızı bezden pankart yapanlar, sevdiklerini mezarı başında ananlar… Düş kurmaktan vazgeçmeyenler, sesini işçiye, ezilene ses yapanlar… Oradaydı hepsi. Bir gün dedi ki mülk sahipleri, bir dost sesi bile fazladır size; aynı sobanın başında birlikte ısınmak fazladır; birlikte okumak, yemek yemek, türkü söylemek fazladır. Kapatılacaksınız tek başınıza beyaz odalara.
Ama unuttular, onlar en cesurlarıydı mülkte yaşayanların. Elbet savaşacaklardı.
Hikmetinden sual olunmaz bir mülk sahibi dedi ki, “300 ölü kaldırır hükmümüz. Başlayın!”
Kara binaların içine atılan bomba “bomba” değildi, orada yanan canlar “can” değildi, orada tutulan oruç “oruç” değildi. Ama unuttular ki, bizim mülkümüzde her ölüm, “ölüm” değildir.
İşte dedik size halının altındakileri. Dedik işte; “bu” adalet, “bu” mülkün temelidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder